En erken hatırladığınız anınız hangisini? Benim çok küçüklüğümü hatırlama gibi bir huyum var (annemden genetik). En erken hatırladığım anlardan biri de kalem tutabildiğimi fark ettiğim bir an. Tarif etmesi garip ama kendi başıma becerdiğim için özgür hissettiğimi hatırlıyorum. (Saçımın uzadığı fark ettiğim bir anım da var böyle aydınlanmalar nedense core memory bende)
Kalem tutabildiğim andan itibaren de durmamacasına üreten bir çocuktum. Annem çok destekledi beni. Özgürdüm bir kere. Salon duvarlarını boylu boyunca boyamama izin verirdi. 5 yaşındayken balkonda ilk kişisel sergimi açtım :) Annem hepsini paspartularla gerçek eserler gibi astı. Her gelene sergimi gezdirir, fotoğraf çektirirdim. 8 yaşında ise gazete küpüründe gördüğümüz (sosyal medya öncesi zamanlar ah!) bir kursa kaydoldum ve sanırım şu anki Bade’nin temellerinden biri o zaman atıldı.
Nadin öğretmenin yeri Bağdat Caddesi’nin bir ara sokağındaydı. Sadece nü çalıştığı için o zaman çok sıkıcı bulduğum bir ressamla paylaştığı bu daire benim neredeyse 3 sene boyunca oyun alanım, keşif yerimdi. Boyaların olduğu oda sanki altın madeni, hobi malzemelerinin olduğu kısım en güzel oyuncakçıdan daha ilgi çekiciydi. Tek öğrencisi bendim. Beni kağıdın 2 boyutundan çıkardı. Maketler yaptık, bebekler diktik, mozaikler, seramikler, cam boyamalar… Benim için yaratılmış bir dünya gibiydi. Çok hayrandım Nadin öğretmene. Çok güzeldi. Yetenekli olmasının yanı sıra pratik olması da beni çok etkiliyordu. Bir gün annemle Ermeni sarması mı yoksa Türk sarması mı daha güzel sohbeti yaptıklarında da “Ermeni olmak” ile tanıştım. Hiç anlamamıştım, biraz da üzülmüştüm neden farklı gruplar var ve biz ayrı gruplarda olmak zorundayız diye.
Sahne kurmaya ve kuklalara bayılıyordum. Bunu bilen Nadin öğretmen de bana kuklalarım için farklı materyallerden dekorlar, perdeler yaptırıyordu. Evde her gelen misafire sahneler kurar, kuklalarımı oynatırdım. Ciddi anlamda lise 1in ortalarına kadar kuklacı olmak istiyordum. Lisenin sonlarına doğru artık yetişkin hayatı ve gerçeklerle karşılaşınca önce kuklacı olma hayalimi sonra da sanatsal üretimimi yavaştan bıraktım. Ders arasında defterime çizdiğim ufak resimler ve arkadaşlarıma yaptığım hediyeler dışında durgunlaşma dönemim başlamış oldu.
Lise sonlara doğru Tuğçe’lere sanatçı olmak istediğimi, atölye hayallerimi anlattığımı hatırlıyorum ama sanki doğru materyali bulamamış gibi hissediyordum. Doğru düzgün resim bile yapamıyorsam nasıl sanatçı olacağım? “Yine her şey gibi dilinde, ama hiç bir şey yapmıyorsun” diyordu iç sesim. Çizimle aram iyice açılmaya başladı. MESELEYE döndü. İnsanlar iyi çizdiğimi söyledikçe kendimi iyice yetersiz hissediyordum (geçmedi bu his).
Sonra seramiği buldum ve işler değişti. Benim materyalim kilmiş, fırçam da ellerimmiş dedim. Yani elime kili alıp heykelimin başındayken her yerin nasıl sessizleştiğini ve sakinlediğini anlatamam. Ama cidden şimdi seramiği anlatmayacağım. Resme geri dönelim. Onunla barışmak istiyorum çünkü.
Ben kendi aile tarihine takıntı derecesinde düşkün biriyim. Spesifik olarak dedemin ailesi. Ve o ailede hiç tanımadığım kadınlar bana hayatım boyunca ilham oldu. Dedemin en büyük ablası Münevver de ressammış ama ben hiç bir resmini göremedim. Ananemin evinde beni çocukluğumdan beri büyüleyen iki tane çizim var. Onlar da Münevver’in kızı İnci’nin. İnci de ressam. Kendisi bildiğimiz kadarıyla Amerika’da yaşıyor ama hiç bir iletişimimiz yok. Onu sadece geriye kalan 5-6 çizimi ve dedeme gönderdiği mektuplardan tanıyorum. Ama sanki çizdiğim zaman aynı onun gibi çiziyorum. Ve bu beni büyülüyor. Bir çizime başlıyorum ve bitirdiğimde sanki ikimizin elinden çıkmış gibi geliyor. Hemen anneme yolluyorum resmimi. (Her yaptığımı bittiği gibi ilk ona yollarım) O da İnci’nin tarzında benzetiyor. Bunun bana yaşattığı hissi tarif etmem çok zor. Sanki köklerimle, hiç görmediğim ailemle iletişim kurmanın bir yolunu bulmuşum gibi, dedemle bu hayattaki bağım devam ediyormuş gibi hissediyorum. Aidiyet hissi geliyor.
Son senelere kadar genellikle sadece seyahatlerimi kaydetmek için çizim yaptım. Bir de tabii Beautiful Afternoon’da doğrudan seramiklerin üzerine çizim yapıyordum ama düzenli olarak çizmeyi bayadır bırakmıştım aslında. Derslerimde en çok uğraştığım şey insanların performans kaygılarını bir kenara bırakıp sadece üretmenin keyfine varabilmeleri. Çizim ise benim en çok performans kaygısı duyduğum alan. Ne garip yani çocukken dağı taşı özgürce boyayan Bade şimdi kalp çarpıntısı yaşıyor. Mesela yazının başındaki müzisyenler ve aşağıdaki Jeanne d’Arc aslında son zamanlarda yaptığım en sevdiğim işlerimden ama nasıl geriliyorum şimdi herkes görecek diye. Manyaklık. Ama ben zaten seramikçiyim, çizer değilim dediğim noktada sanki biraz rahatladım ve bu süreçten yavaş yavaş keyif almaya başladım. Geçtiğimiz hafta ailemizin en yeni üyesi, Gülce ve Tolga’nın biriciği Vera’mız için çizimler yapmaya başladım ve bu bana inanılmaz bir keyif veriyor. Umarım Vera da büyüdüğü zaman benim İnci’nin resimlerinden etkilendiğim gibi benimkilerden etkilenir (duygusalım).
Üretmediğim zaman kendimi soldurduğumu fark ettim. Yani bayadır farkındaydım ama artık bunun için bir şeyler yapmaya başladım. Tabi önce dipler görüldü, depresyonlara girildi. Ama artık şunu yadsımamam lazım: benim hayat enerjim yaratıcılıktan geliyor. Kalem tutabildiği için kendini özgür hisseden, hikayeler yaratan küçük Bade’nin yaratmaya ihtiyacı var. Bekleme Salonu’da aslında tam bunun için çıktı.
Sanırım çocukken en çok neyden keyif alıyorsak ömür boyu peşini bırakmamamız lazım.
Bir sonraki randevumuz dünyalarını bize açan ama adı duyulmamış bazı kadın sanatçılar hakkında.
Sevgiler
Bade
Giderayak Köşesi
Denizcilere (manidar) yollanan mektuplar 265 yıl sonra açılıyor
İkinci Dünya Savaşındaki askerlerin drag queen showu :) what?!!
Bir hafta 10 gün sürseydi? Fransa 13 sene bunu denemiş…
Güneş kız çok hoşuma gitti . Paylaşım için teşekkürler. Keyifle okumaya devam ediyorum.