Geçen sene tam bu zamanlar hayatımı değiştirmeye karar verdim. Sene-i devriyesindeyiz yani. Geçtiğimiz kasımda tükenmişliğin verdiği o ıstırap dolu havayla her şeyi bırakıp yeniden inşa etmekten başka bir çarem yok gibi hissediyordum. Bu inşaya kimliğim de dahildi çünkü kendimi yaptığı işlerle tanımlayan bir insanım. Dolayısıyla kendim üzerine en çok düşündüğüm, en çok yazdığım seneyi geçirdim. Çok değiştim, çok keşfettim. En dipler görüldü. O dipten de çıkıldı. Ama ne badirelerle. Hala daha tetiklenmelerim de düşüşlerim de çok oluyor.
O yüzden de “kendinin en iyi versiyonu olmak” meselesini bir yerlerde duyduğumda gözüm seğiriyor, sinir basıyor. Neyiz biz güncelleme bekleyen bir telefon mu?
Podcastler yapılıyor, videolar çekiliyor. Reçete verilir gibi maddeler veriliyor. EN İYİ VERSİYON. Güzel, şimdi de bunu pazarlıyoruz galiba. Bir ara da şeyler vardı işte CEOların sabah rutini, 1 ay boyunca sabah 5te kalk, yok bir gününü Bill Gates gibi geçir… Neden ya?
(Belli ki bu yazıda biraz sinirli olacağım)
Reçeteler genelde çok benzer. Sabah erkenden kalkıp kendine zaman ayıracaksın. Sporu, meditasyonu, su içmeleri zaten biliyoruz. Bilmem kaç sayfa kitap okuyacaksın. Kendini önceleyeceksin ama abartmadan da. Yavaşlayacaksın. Yavaşlık da slow life adı altında yeniden süslenip püslenip pazarlanan bir şeye dönüştü. Yoksa değersiz oluyor.
Yazının başında özellikle söyledim kendim üzerine çok düşünüp çok çabalıyorum. Ama bu en iyi versiyon olma fikrinin çok yıpratıcı olduğunu düşünüyorum. Neden böylesine iddialı bir fikirle kendimize yeni yetersiz hissetme alanları yaratalım ki? Bu bana değişimi de dalgalanmaları da yok sayan bir bakış açısı gibi geliyor. Hadi olduk en iyi versiyonumuz, kalktık sabahları, koştuk da kilo da verdik. E belki bu sürede en iyi versiyonumuz artık işlemiyor ve biz değiştik? Hangi halimize hatta kime göre en iyi versiyonumuzdan bahsediyoruz? Neden kendimize bir ürün gibi davranıyoruz. “Rebranding yourself” bir de böyle deniyor. Değişimden çok mu korkuyoruz da “yeniden markalama” diyoruz buna? Kendimizle bağ kurmak zor geldiği için bir proje olarak mı değerlendiriyoruz kendimizi?
Bade’yi bir marka olarak ele alıp ona yeni bir kimlik yazmak, kıyafetinden yemeğine ilişkilenme biçimine kadar to-do listlerle ilerlemek mi? Yoksa bi durup sormak mı “Ben ne seviyorum, neyden korkuyorum, nerelerde kendime iyi geldim, nerelerde kaçtım? Kimi hayatımda istiyorum? Ne zaman mutluyum ne zaman mutsuzum? Ne istiyorum? Hangi riskleri alırım, neleri zorundalıktan yapıyorum, zorlandığım alanları nasıl kolaylaştırırım?”
Ayrıca. Ay-rı-ca! Neden erken kalkmak en ideal rutin diye lanse ediliyor? Bunu da bir bırakabilir miyiz artık. Benim neredeyse tüm yaratıcı fikirlerim gece gelir. Yazılarımı şimdi olduğu gibi hava karardıktan sonra yazarım. Tornamı akşam yaparım. Gece 1de çalıştığım enerjiyle sabahkinin arasında dağlar vardır. Artık herkesin farklı saati olabileceğini kabul edelim. Yaratıcılığa İzin Vermek yazımda da bahsetmiştim. Ben kafamın farklı çalıştığını kabul ettikten sonra rahatladım. Herkesin aynı rutine sahip olmasına gerek yok. Kimse kendine yüklenmesin sabahları “verimli” olamıyor diye. Ah bu verim ve ilerleme aşkı…
Kendimize bir proje olarak yaklaşmak aslında mesafelenmemizi, ihtiyaçlarımızı dinlemektense sözde herkeste işleyen kısa yollara gitmemizi sağlıyor. Tüm eğitim sistemimizden ve öğretilen tarih anlayışından sonra sanki kişisel tarihimiz de düz bir çizgide ilerlemeli. En iyi versiyona doğru düz bir çizgi halinde. Arada düşüşler olsa da o çizgide gidebildiğin kadar git. O kadar gerçek dışı ki bu. Ben geri dönüp baktığımda o çizgiyi her fark ettiğimde (bilinçli ya da bilinçsiz) başka bir yola saptığımı fark ettim çünkü her seferinde sıkışmışlık hissettim. Düz çizgide ilerlediğimde yaratıcılık alanım kısıtlanmış gibi hissediyorum.
Bu en iyi versiyoncuların neden asla değinmediğini merak ettiğim (büyük resme bakınca cevabını bilsem de) bir konu var. O da: topluluk ve beraberlik. O kadar bireysel bir yolculuktan bahsediliyor ki. O tüm reçetelerin aksine bana bu sene iyi gelen şeyler spor, beslenme ya da sabah kalkmak değildi. Bir yere ait olmak, duymak ve duyulmak, anlaşılmak, paylaşmak iyi geldi. Bağ kurmak. Bu sene o girdiğim diplerden çıkmamı sağlayan şey gerçekten içinde bulunduğum topluluktu. Beni yalnız hissettirmeyen (ki bi çok açıdan en yalnız hissettiğim senemdi), tekrar bir şeyler hissetmem için beni bekleyen ve yüreklendiren, en yakınlarımdakiler beni anlamadığı için defalarca travmatik anılarımı dinleyen arkadaşlarım. Sungirl Club da hem onlar için hem de onlardan ilhamla kuruldu zaten.
Bu aralar Johann Hari’nin Kaybolan bağlar kitabını okuyorum (her bölümde aydınlatmalar yaşatıyor sağ olsun). Kendi depresyon sürecimi ve yapmaya çalıştığım işi daha iyi anlamama yardımcı oluyor. Oradan bir anektodla bitirmek isterim:
“Şunu fark ettim ki, 1930lardan bu yana gitgide daha çok şeyi kendi başımıza yapmaya başlamakla kalmadık. Bir şeyleri kendi başımıza yapmanın insanlığın doğal hali, ilerlemenin tek yolu olduğunu da inanmaya başladık. Şöyle düşünüyoruz artık: Ben kendi başımın çaresine bakacağım, herkes de birey olarak kendi başının çaresine baksın. Sana senden başkası yardım edemez. Bana benden başkası yardım edemez. Bu fikirler kültürümüzün o kadar derinlerine işlemiş durumda ki, kendilerini kötü hisseden insanlar için rahatlatıcı beylik laflar olarak sunulmaya başladılar - sanki morallerini yükseltecekmiş gibi.”
“Sana senden başkası yardım edemez” Bazı konularda tabii ki evet. Ama sene-i devriyemde içinde bulunduğum beni kucaklayan topluluğuma canım dostlarıma teşekkür etmek isterim. En iyi versiyonum olmak gibi bir gayem yok. Hala daha inişlerim de çıkışlarım da çok. Kendimin en iyisi olmaya çalışsam bu inişler beni daha da kötü ve yetersiz hissettirir bunu biliyorum. Bunun düz bir çizgi olmadığını kabul edip yoldaki oyun arkadaşlarımla kendi yollarımı keşfetmeye arada kaybolup tahmin edemeyeceğim kadar güzel yerlere çıkmaya gönüllüyüm.
En iyi versiyonumuz gibi gerçek dışı hedefler koymak yerine kendimizi inandığımız halimizle göstermekten korkmayalım.
Bir sonraki randevuda görüşmek üzere
Sevgiler
Bade
Giderayak Köşesi
Geçtiğimiz hafta ilk defa podcast konuğu oldum. Kendi hikayemi ve yolculuğumu anlattım dinlemek isteyenler için buraya bırakıyorum
Ortaçağ döneminde köpeklere verilen isimler (bayıldığım content tarzı)
Optik ilüzyon severlere çıldırmalık hizmet
Kendinin en iyi versiyonu derken popüler kültürün ve pazarlama kültürünün oluşturduğu anlamların dışına çıkarsak. Kendinin en iyi versiyonundan ben şunu anlıyorum: kendini en iyi dinlediğin, kendini her halinle kabul ettiğin zorbalamadığın insan olarak var olmanın ve yaşamanın hakkını vermeye çalıştığın bir dönüm noktası olarak görüyorum.
Çok haklısınız. Ben de son yazımda The Substance ve mesajı hakkında tartışırken aynı noktaya değindim hatta.. herkes en iyi versiyonumuz olmaya çağırıyor ve bunlar hiç sürdürülebilir ve mantıklı değil. Hepsi bir yana genellikle hep dış görünüşümüz, bedenimiz, nasıl algılandığımız ve bahsettiğiniz gibi branding yapmaya odaklı.. yani yine samimi bir kendini kabullenme ve sevme hali yok. Aksine kendini topluma sevdirme üzerinden ilerleyen bir felsefe.. hoş oldu denk gelmesi. elinize sağlık🤍