Öncelikle geçen haftaki yazımdan sonra aldığım mesajlara bir de buradan teşekkür etmek isterim. Benim için bu kadar kişisel bir yazı yazmak zordu ve yazarken okuyucuda ne uyandıracağını kestiremiyordum bile. Gelen mesajlara o kadar şaşırdım ve mutlu oldum ki (göz yaşları da döküldü). Destekleriniz için teşekkür ederim. İyi ki yazmaya başladım. İyi ki!
Bugün ilk yazımdan hatırlayacağınız Hilma gibi ruhlarla konuşan, başka dünyalarla iletişim halinde olan kadınlardan bahsetmek istiyorum.
Sen seversin sevmezsin, ben garip sanat kadınıyım. Bayılıyorum normalin dışında olan her şeye. Ruhlarla konuşmak nedir yani neler yaşanıyor arka planda deliriyorum. Üniversitede sanat sosyolojisi dersi almıştım. İlk o zaman tanıştım bu delilik ve dahilik meselesi ile. Besim hoca dersi çoğunlukla Pessoa üzerine kurmuştu. Huzursuzluğun Kitabı’nı okurken sıkıntıdan mahvolmuştum ama Pessoa’nın 72 farklı alteri1 olmasından çok etkilenmiştim.
Pessoa’ya bir klinik vaka ya da edebi bir deha olarak bakmak bizim elimizde. Dersten sonra şöyle bir aydınlanma yaşadığımı hatırlıyorum: her şeye akıl çerçevesinden bakmak hayatı sıkıcı ve kısır kılıyor. Farklı renkleri, ayrıntıları görmeyi engelliyor. Sonuçta aklın üstünlüğü Aydınlanma ile beraber en mutlak gerçek gibi anlatılsa da o da sonradan yaratılan bir söylem. Akıl her zaman diğer melekelerden üstün değildi. Hala çok direnen bir yapım var ama bir yandan da bayılıyorum mistik şeylere.
O yüzden birazdan anlatacağım kadınları ister klinik bir vaka, ister dahi, isterseniz de başka dünyaları bize gösteren aracılar olarak görmek sizin elinizde.
Cecilie Markova (1911-1998)
Cecile 1911’de fakir bir Slovak ailenin kızı olarak dünyaya geliyor. Gençliği tiyatro ve sporla geçiyor hatta kocasıyla da jimnastik federasyonunda tanışıyorlar. Gizemli güçler ve varlıklar ile deneyim yaşacağı spiritüel çevre ile tanışması da kocası sayesinde oluyor.
Cecile 12 Ekim 1938’de ilk “otomatik çizimini” yapıyor. Onun anlatımıyla bu “sanki kaleme ve eline görünmez güçler etki ediyormuş” gibi gerçekleşiyor ve ortaya çıkan çizgiler Cecile’i büyülüyor. Kocasını sadece 7 sene sonra aniden kaybedince kendini spiritüelliğe adıyor ve çizimleriyle görünmez dünyalarla iletişim kurmak hayatının amacı haline geliyor.
Cecile’in iletişime geçtiği gücü tanımalaması da oldukça ilginç. İlk yıllarda doğulu/oriental bir varlık tarafından yönlendirildiğini söylemiş. Bu oryantel varlık meselesi ilginç bir şekilde başka ressamlarda da var. Bir yandan da aklıma bizdeki rüyalara giren aksakallı dede figürü de geldi. Kültürümüzde aslında normalleştirdiğimiz varlıklardan biri. Rüyasında erenleri, aksakallı dedeleri görenleri klinik vaka olarak tanımlamadığımız bir kültürümüz var. İki yazı önce outsider artın neden bu coğrafyada olmadığından bahsederken de benzer bir şey söylemek istemiştim aslında. Aksakallı dedenin yönlendirmesiyle ressam olan birini duyarsanız bana yazın :)
1942de de kuyruklu yıldız gibi gözüken meleksi yaratılarla iletişime geçtiğini söylüyor. Artık başka dünyalara erişim sağladığından emin, meleklerin ona neşe ve umut hissi verdiğinden bahsediyor. Cecile’in işleri daha önce gördüğüm hiç bir şeye benzemiyor. Minik bir google araştırmasıyla diğer işlerine de bakmanızı öneririm.
Marguerite Burnat-Provins (1872-1952)
Marguerite’in işlerine gördüğüm anda vuruldum. Bayılıyorum böyle karakter yaratanlara. 1872’de Fransa’da, Cecile’in aksine zengin ve okumuş bir ailede dünyaya gelmiş. Sanat eğitimi almış ve döneminde kendini yazar ve ressam olarak kanıtlamış biri (yazının başındaki görsel onun kendi otoportresi). 1914 senesinde “hightened emotional state” olarak belirtilmiş, sanırım aşırı manic bir duygu hali diyebiliriz, karşı konulamaz bir yazma arzusuna kapılıyor Marguerite. İki buçuk ay boyunca bulduğu her kağıda yazıyor.
Sonra işler iyice karışıyor çünkü bir gün birinin ona seslendiğini duyuyor ve akabinde kötü bir perinin dünyanın üzerine çömeldiğini görüyor. Bu sefer yazmak yerine gördüğü varlığı çizmeye karar veriyor. Sonraki yıllarda düzenli olarak farklı isimler duyup farklı karakterler görmeye başlıyor ve hepsini resmediyor (Bu noktada dayanamayıp şizofreni tanısı koyan kaç kişi var?) Marguerite ölümüne kadar “Ma Ville/Benim Kasabam” olarak adlandırdığı bu dünya dışı binlerce varlıkların çizimini yapıyor.
Emma Kunz (1892-1963)
Kapanışı beni büyüleyen bir sanatçı ile yapmak isterim. Bu sefer İsviçre’ye gidiyoruz. Emma o kadar sıradışı ki heyecanlanıyorum anlatmaya çalışırken. Gördüğünüz tüm bu eserleri bir kehanet sarkacı ile yapıyor.
Bu konuyu araştırırken yeni bir kavram öğrendim: radiesthesia. Bir kişinin kehanet sarkacı yardımı ile bazı şeyleri (yeraltı su varlığı, bir hastalığın doğası ya da şüpheli bir kişinin suçluluğu gibi) tespit etmesini sağlayan hassasiyet. Aklıma ipe yüzük takıp suyun üzerinde tutmak ve sorular sormak gibi çocukken yaptığımız oyunlar geldi.
Emma aslında bir şifacı. Henüz 18 yaşındayken normalin dışında bir algısı olduğunu hatta telepati yeteneği olduğunu iddia ediyor. Bütün bu gördüğümüz resimler de aslında şu şekilde ortaya çıkıyor: Sarkacı kağıdın üzerinde tutuyor. Hastalarına teşhis koymak için ya da kişisel ve politik meselelerle ilgili bilgi almak için sorular soruyor. Cevap olarak sarkacın hareketlerini takip ediyor. Yani bir nevi koordinat gibi sarkaç bir enerji alanı oluşturuyor. Emma sarkacın izlerini, noktalarını birleştirip renklendirmeye başlıyor. Diğer iki kadın gibi ruhlarla konuşma yok burada. Aslında evrenin enerjisiyle bu dünyanın da ötesinde bilgilere ulaşmak diyebiliriz.
Okuduğum bir makalede Emma’nın bu çizimleri sanat eseri olarak görmediğini o yüzden de hiç imza/tarih atmadığını söylüyordu. Bu ne kadar doğru bilmiyorum çünkü bir süre bir ressamın yanında da çalışmış. Ama makaleye göre aslında her birini hasta teşhisi gibi görüyor ve tıbbi açıklamalarını bir kitaba not ediyor. Bazen hiç uyumadan, yemek yemeden 48 saat boyunca tek bir iş üzerine çalışırmış. Sadece hastalıklar için değil politik hadiseler için de kehanette bulunduğu de biliniyor.
Emma’nın bir de şöyle bir önemi var. Aslında günümüzde alternatif tıpçı/naturopath olarak anılıyor çünkü zamanında onun bulduğu bir taş halen daha İsviçre’de eczanelerde satılmakta. AION A ismini koyduğu bu taşı toz haline getirip hastalarında kullanıyor. Romatizma ve iltihaplara iyi geliyormuş. Daha da detaylı bakmak isterseniz şu yazıyı da buraya bırakıyorum. Yani tüm bu alternatif tıp, enerji alanları, sarkaçlar çerçevesinde Emma’nın sanatına tekrar bakmanızı istiyorum. Sanat nedir, sanatçı nediri de tekrar tekrar düşündüren işler.
Bu yazımı 8 Mart akşamı sonlandırıyorum. Bekleme Salonu’nda bana ilham olan kadınları anlatmaya devam edeceğim.
Bir sonraki randevumuz kendi mitolojik karakterim olan Sungirl üzerine.
Sevgiler
Bade
Giderayak Köşesi
Başka dillere çevrilemeyen kelimeler (kolay gelsini eklemişler şükür ilk onu aradım)
Tarihteki toplu histeri krizleri ve miyavlayan rahibeler
Yüksek lisansta derslerde gizlice bunu izliyorduk (bağımlılık yapıyor)
Pessoa’nın soyadı da persona kökeninden gelen “person/kimse” anlamına geliyor. İlginç bir tesadüf. Günümüzde çoklu kişilik bozukluğu olarak tanı konulabilecek Pessoa’yı biz derste bir dahi olması üzerinden işlemiştik. 72 farklı alterin her birini yazılarında görebiliyorsunuz. Özellikle ön plana çıkan 3 tane yazar kişiliği var. Bunların her birinin kendine has dünya görüşleri ve edebi tarzları var. Birbirleriyle atıştıkları yazıları var. Hatırladığım kadarıyla içlerinden bir tanesini Pessoa kendi üstadı olarak da görüyordu. Sanırım el yazıları da birbirlerinden farklıydı. Bu 72 kişiliğin arasında kadın olanlar da var.
Paylaşım için teşekkürler.
Bu şifa taşını ve gerçekten nasıp bir şifacı olduğunu da merak ettim,
Bu bağlamda en eski mandalardan da psikanaliz yapılabilir mi ;)