Bayılıyorum bu cümleye. Delilik gerçekten bir çözüm olabilir mi? Yepyeni evrenlerin, farklı anlam dünyalarının var olmasına sebep olabilir mi? Neler diyorum dimi…
Şu yıldıran, yoran ülke gündeminde biraz delilikle nefes alalım istedim. Şimdi size bu Z kuşağı tiktok jargonunu 19 ve 20. yüzyıldaki kadın sanatçıların mücadelesine nasıl bağladığımı hemen gösteriyorum. Hazır mıyız?
Bir süredir kendi sınırlarımı da test ediyorum. Belirsizlikten ne kadar hoşlanmasam da merakımın, aklın dışında olanın, anlamlandıramadığım dünyaların peşinden gitmeye de bayılıyorum. Rasyonelliğimi test etmek, kırmak istiyorum. Bu yolda da bir süredir spiritualist kadın sanatçılar üzerine okumalar yapıyorum. Aslında bu araştırmalara “sanat tarihinde neden kadın sanatçılardan bahsedilmiyor, nerede bu kadınlar??” sorusuyla çıktım. Meselenin içine girdikçe kendimi kayıp bir kıta keşfetmiş ya da yeni gezegen bulmuş gibi hissediyorum. Flaş haber: o gezegende hayat var!
Canım Jennifer Higgie, The Other Side kitabının önsözünde şöyle bir yorum yapmış: “Her yerde olduğu gibi sanat dünyasında da mantık, düzen ve hırs erkeklerle özdeşleştiriliyor, kadınlar ise pasiflik, kırılganlık ve duygusallık ile anılıyor. Dolayısıyla erkek egemen sanat dünyasında kadınların yaptıkları çoğu zaman eksantrik işler olarak anılıyor, kale alınmıyor.” Kadınların sanatı erkeklerin anlam dünyasından uzak olduğu için kötüleniyor, eleştiriliyor. Deli işi gibi bakılıyor. Delulu meselesi işte burada devreye giriyor. Anlayamıyorlar kadınların ne yaptığını, dünyayı nasıl kavradıklarını. Ya da başka bir kavrayış biçimi olmasını istemiyorlar.
Spiritüalism 19. yüzyılı kasıp kavuran, sanat ve bilim dünyasında çok fazla etkileri olan bir akım. Aslında kadını, erkeği olmadan etki altına alıyor ama sanat dünyasında spiritüalizmden etkilenen erkeklerin (Kandinsky, Klee, Modrian gibi) ona metodoloji ciddiyetinde yaklaştığı kabul görürken kadınların dümdüz delirdiği düşünülüyor. Ama kadınlar bunu öyle bir dönüştürüyorlar ki Spiritüalizmi erkek kontrolünden ve eleştirisinden arınmış bir alan olarak kullanıyorlar. Bu alan onlara sadece kişisel özgürlük ve yaratıcılık alanı değil aynı zamanda bir topluluk duygusu da veriyor. Bu benim inanılmaz hoşuma gitti. Kendilerine alternatif bir evren yaratıp bambaşka anlamların, heyecanların peşinde koşan kadınlardan bahsediyoruz. Delulu is the solulu gerçekten de. Spiritüalizmin akıl dışılığını bir mücadele aracına çeviriyorlar. Bu arada tabi ki “erkek kontrolü ve eleştirisi” derken basitçe cinsiyet üzerinden ayrım yapmıyorum. Hakim olan kanon, güç sahibinden bahsediyorum. Siyah beyaz gibi düşünmeyelim. Kadınların bu sahiplendiği alanda inanılmaz işler yapan erkek sanatçılar da var. Yadsımak istemem. Ama bildiğimiz sanat dünyası o kadar tek bir çizgi halinde ilerliyor ki sanki onun dışında hiç bir şey gerçekleşmemiş gibi. O yüzden ben o görünmeyen yolların peşindeyim. Ve o yollarda kadınların görünürlüğünün engellenmesi sadece sanat alanında bir hakimiyet meselesi değil hak ve özgürlük meselesi aynı zamanda.
Sosyolojik arka plan bilgisi vermek gerekirse 19. Yüzyılda yaşayan felaketler, savaşlar kitleleri başka dünyalarla iletişime geçmeye, kaybettikleri sevdikleri ile tekrar iletişim kurmak için yollar aramaya itiyor. Yine 20. Yüzyılda yaşanan ciddi kayıplarla beraber medyum sektörü ve ruh çağırma seansları inanılmaz artıyor mesela. Kitlesel olarak herkesin sevdiği insanları bir anda kaybetmesi alternatif evrenlere, ölümden sonra yaşama ve ruhlara ilgi duymasına sebep oluyor. Mesela 1. Dünya savaşı sırasında periler ve elfler popüler oluyor. O dönemlerin kopyası en çok çoğaltılan eseri Estella Canziani’nin çizdiği bir elf resmi. Hiç büyümeyen çocuk Peter Pan hikayesi de yine o dönemlerde popüler oluyor. Spiritüalizm o kadar yayılıyor ki 20. Yüzyılın başında kliseleri zorluyor.
Şimdi bu dönemlerde kendi dünyalarını yaratan iki kadına bakalım isterim.
Agnes Pelton (1881-1961)
Pelton aslında kendi zamanında kabul gören, Amerika’daki ilk önemli modern sanat sergilerinde boy gösteren ama sonrasında unutulan bir sanatçı. Numeroloji, astroloji, Teozofi ile yakından ilgiliymiş. Hayat hikayesine girmiyorum isterseniz bakabilirsiniz. Benim ilgimi çeken kendi sanatını nasıl anlattığı. Pelton işlerini “dünyaya özel ışık mesajları” olarak tanımlamış. Bu ne demek? Sanatının aslında insanlık için bir amaca hizmet ettiğini, kendisinin de bu mesajı ulaştırmak için bir araç olduğunu, kendinden daha büyük bir gücün/sistemin varlığını anlatıyor bize. Bunlar sanat tarihinde duyduğumuz motivasyonlar değil. Sanatçının konumu da, izleyicinin konumu da alıştığımızdan bambaşka bir yerde. Bu resimler bizi ilgilendiriyor, bu mesajlar bize.
“İşlerim henüz daha bilinçli ya da kasıtlı olarak pek ziyaret edilmeyen bölgelere açılan bir pencere. Dışarıdaki bir manzaradan öte içsel bir bölge”1.
Pelton’un işleri günümüzde yeniden ortaya çıkıp popüler oluyor. Bildiğimiz tek çizgili sanat tarihi anlatısında modern sanat spiritüellikle anılmıyor. Hatta bu sanatçının kariyeri için oldukça tehlikeli görülüyor (neden çünkü bu eşittir delilik). O yüzden Higgins’e göre özellikle soyut sanat eserleri renk, boyut, kullanılan method gibi özellikleri ile anılıyor2. Pelton gibi sanatçılar ise bize aslında modern sanatın bambaşka bir geçmişi ve motivasyonu olduğunu gösteriyor.
Georgiana Houghton (1814-1884)
Houghton’ı nasıl anlatmaya başlasam :) Çok fazla kayıp yaşadığı bir hayatı var. Kendisi eğitimli bir ressam ama 30lu yaşlarında kendi gibi ressam olan kız kardeşinin ölümünden sonra resim yapmayı bırakıyor. 45 yaşındayken bir ruh çağırma seansına katılıyor ve ölümle olan ilişkisi o günden sonra değişiyor. Kendini medyum olarak eğitmeye adıyor ve yaklaşık 3 ay sonra mesajlar almaya başlıyor. Böylece yeniden çizime dönüyor. Hatta başta ruh çağırma seansı sırasında kullanılan planşete bağlıyor kalemlerini. Sonra farklı tür boyaları da işin içine sokuyor. Hatta fotoğrafla çalışmaya başlıyor. Ölen kardeşlerini, İsayı, özellikle de kız kardeşi Zilla’yı çiziyor. Yaptıkları o dönemde inanılmaz ses getiriyor. Müthiş övgüler alıyor.
Ruhlarla konuşan kadınlar yazımda da söylemiştim; Houghton’u istersek psikiyatrik bir vaka olarak da görebiliriz. Kardeşlerinin ölümünün yarattığı travma ile ruhlarla iletişime geçtiğini sanrısına kapıldığı yorumu yapılabilir. Ben işte tam zaten bu ayrımda heyecanlanıyorum. Kendi mantığıma ters düşmesi beni o kadar zorluyor ki eğleniyorum. O yüzden ne düşünmek istediğiniz size kalmış. Ben sadece anlatıcıyım.
Sinestezisi olan bir insan olarak Houghton’un kavramlara atadığı renkler de çok ilgimi çekti. Ona göre sarı renk Allah, turuncu fedakarlık, lila din, mavi gerçeklik, bordo ise aşk demek. Sinesteziye başlı başına bir yazı yazmam lazım çok istiyorum :)
Benden bugünlük bu kadar. Bu iki kadın da soyut sanat, modern sanat tarihini baştan yazdıracak kadınlar. Tarihsel anlatılarımın çoğu Jennifer Higgie’nin The Other Side kitabına dayanıyor. Ben kitapla inanılmaz bir bağ kurdum sanki benim için yazılmış gibi hissediyorum. Okumanızı şiddetle öneririm!
Bir sonraki randevuda görüşmek üzere!
Sevgiler
Bade
Giderayak Köşesi
Yine hipnotize edici bir şey buldum geçmiş olsun
Ben excelde liste dışında hiç bir şey yapamazken ne buldum bakın..
Gördüğüm en iyi oyuncu seçmesi
Orijinali: They were little windows opening to the view of a region not yet much visited consciously or by intention - an inner realm, rather than an outer landscape.
Çoğunlukla katılmakla beraber Rothko’nun benim resimlerimi sadece renkler üzerinden okursanız çok şeyi kaçırırsınız demesi aklıma geliyor. Ama Rothko üzerine çok bilgili değilim. Bu konuda bi araştırmaya başlamam lazım.
Teşekkür ederim . Okumaya devam .